30 Aralık 2013 Pazartesi

Çin malları ve tüketici

TÜKETİCİNİN KORUNMASI
Ülkemizde Tüketicinin Korunması, Türkiye’de Üretilen Malın Kullanımı, Tüketimden Gelen Gücümüz konularında Türk-İş Teşkilatlanma ve Tüketici Sorunları Uzmanı Sinan Vargı ile konuştuk.
Sn.Vargı, ülkemizde tüketicinin korunması konusunda yapılan çalışmalar sizce gelişmiş ülkeler seviyesine erişti mi.?
Türk ekonomisi için her zaman zararlı olduğunu yıllar önce de söylediğimiz gibi Gümrük Birliği’ne girmenin ülkeye tek faydası şu aşamada bizim yasal mevzuatımızın Avrupa Birliği ile uyumlaştırılması sürecedir. Tüketicinin Korunması Kanunu, Rekabet Kanunu gibi yasal düzenlemeler hep AB ve Gümrük Birliği sayesinde Türk Hükümetlerinin “çeyizi” olarak hazırlanmıştır. 4077 Sayılı Tüketicinin Korunması hakkında kanun bu kapsamda hazırlanmıştır. Türk-İş, 1980’lerden beri Hükümet zirvelerinde bu kanunun çıkartılmasını istemiştir. Hazırlanma sürecinde ve bu kanunla kurulan kurullarda da Türk-İş görev almıştır. Tüketici Konseyi ve aldatıcı reklamlara karşı tüketiciyi koruyan Reklam Kurulunda da görev yapılmıştır.
Tüketicinin Korunması konusundaki gelişmiş mevzuat açısından Türkiye bana göre dünyanın birinci ülkesidir. Bu konuda hangi siyasi iktidar döneminde olursa olsun Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın katkısı çok büyüktür. Yaklaşık on, on iki yıldır bu konuda yetişmiş uzman kadroları ile mevzuatın ve uygulamanın en iyi şekilde yerleştirilmesi için geceli gündüzlü çalışmalar yapmaya halen devam etmektedirler. Mevzuatın bu derece de gelişmişliğine rağmen uygulama konusunda ne yazık ki aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Uygulama ancak tüketicinin bilinçlenmesi ve hakkını yasal dayanakları da ortaya koyarak araması ile gerçekleşecektir. Bu ise başta yazılı ve görsel medyanın kendisini ticari firma gibi görmeyip, ticari firmaların reklam şantajlarını da görmezden gelerek tüketiciyi bilinçlendirmeleri ile mümkün olacaktır. Televizyonlarda daha fazla sayıda tüketicinin korunması programının yayınlanması için mevzuat olmasına rağmen ne yazık ki bu tür programlara medyanın ağırlık verdiğini söylenemez.
Başta Türk-İş olmak üzere, bağlı sendikalarımız tüketicinin eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi konusunda üzerine düşen görevleri hem toplumu aydınlatmak hem de kendi üyelerini birer tüketici olarak korumak amacıyla çalışmalarını ve yayın-seminer faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Sn. Vargı, Geçtiğimiz yıl özellikle kredi kartları konusunda büyük bir kriz yaşandı. Yeni yasal ve idari düzenlemeler yapıldı. Ancak halen tüketicilerin kredi kartı kullanımı konusunda yeterli bir bilince ulaştığı görülmüyor. Bunun nedenleri sizce nedir.
Tüket ve tükettikçe mutlu ol. Yeniden mutlu olmak için yeniden tüketmek gerekiyor. İnsanlar bir bakıma kendilerine bir hediye alarak mutlu olmak için tüketime şartlandırılıyor.  Yurt dışında  tüketim hastalığını ortadan kaldırmak için ise artık insanlara sakinleştirici veriliyor. Bizim ülkemizde de böyle bir durum söz konusu. Bunun başlıca nedeni aşırı tüketim alışkanlığıdır. Bakın eskiden marketlere yalnızca  alış veriş için gidilirdi. Sineması, restoranı ile bir bütün olarak hafta sonlarında ailece gezilecek yerlerin başında geliyorlar. Alış veriş yapacak parası olmayan bütçesi kısıtlı olan insanlar bile yalnızca vitrinlere bakmak amacıyla  ancak bir bankanın yalvara yakara pazarladığı kredi kartını cebine koyan gerçekten ihtiyacı olmayan bir malı satın alarak kendini mutlu ediyor. Bir yabancı yazar bunlara yeni tüketim mabetleri adını veriyor. Bunun da nedeni günde beş saat televizyon izleyen tüketicinin yaklaşık bir saatini reklam bombardımanı altında geçirmesidir. RTÜK mevzuatına göre reklamların yayın süresi, iki reklam kuşağı arasındaki süre belli olmasına rağmen RTÜK ve medya ilişkilerindeki müdahaleci tavrın ortadan kaldırılmak istenmesi de mevzuatın ne yazık ki yeterince uygulanmamasına yol açıyor. Kredi kartını alıp cebine koyup, alışverişi kredi kartı ile bilinçli bir şekilde yapıp, gelecek ay içinde de faiz yemeden borcunu ödeyen banka müşterisini de aslında bankalar sevmiyorlar. İlle de bir gecikme olacak ki banka para kazansın. Banka bu anlamda sizin köşeye sıkışmanız için fırsat kollayacak. Yoksa siz bilinçli bir tüketim yapıp borcunuzu zamanında ödediğinizde banka sizden beklediği karı elde edemiyor. Bu yüzden de kredi kartını tüketim mabetlerinde, reklamların hayal dünyası içinde kullandığınız zaman, geliriniz ile giderinizi tutturamadığımız zaman tehlike çanları çalıyor demektir. Bir başka bankadan borç alıp diğerinin borcunu kapatmak işine kalkışıldığında da insanın durup bir kendini sorgulaması gerekiyor.
Tabii bankalarda halen hiç masum değil. Ticari ve tüketici borç faizlerin düştüğü günümüz ekonomisinde kredi kartı faizlerinin yasal mevzuatlara rağmen aşırı kalması haklı olarak “bankalar söz dinlemiyorlar” polemiklerine yol açıyor.
Bu durumda hatalının tam anlamı ile bankalar olduğunu da söyleyemiyorum. Ne yazık ki, bilinçsiz tüketim yapan kredi kartını sihirli değnek gibi gören ve ödeme emri  geldiğinde de kara kara düşünen tüketicilerin de artık bilinçlenmesi gerekli. Kredi kartını akılcı kullanıp, ekmeğinden, beyaz eşyasına kadar aldığı tüm ürünlerin akşam toplamını yapan ve ben ne kadar ay sonunda borç ödeyeceğim diye hesabını yapan  bana göre kazanır. Aksi takdirde bir hocamızın dediği gibi “borcunu ödemediği için intihar edenin arkasından banka üzülmez de borcunu kefilden almaya bakar” hesabını da iyi yapmak gerekli..
Sn.Vargı, Türk-İş Dergisinin geçen sayısında Çin Malları ile ilgili bir makaleniz yayınlandı. Türkiye’ye her geçen gün giderek daha fazla sayıda ve çeşitte Çin Malı giriyor. Bu yerli sanayimizi de olumsuz etkiliyor, bu konuda tüketiciler ne yapmalıdır.
made_in-china-706811Türkiye’ye giren Çin malları gerçekten bir çok üretim sektörümüzü yakından   etkiledi. Oyuncak sektöründe yüzde 95’lere vardı. Elektrikli cihazlarda bu oran yüzde 60’a, kırtasiye sektöründe ise yüzde 45’e kadar çıktı. Toplam olarak 30 değişik üretim sektörü Çin mallarının baskısı altında. Tabii hem Türk-İş Teşkilatlanma Uzmanı hem de tüketicinin korunması uzmanı gibi iki değişik alanda görevi sürdürdüğüm düşünüldüğünde bunun istihdam alanındaki etkisini de görmek gerektiğine inanıyorum. Bu sektörler krize girdiğinde işten çıkarmalar, işsizlik, yoksulluğun artacağı da görülebiliyor.
Tüketici açısından durum bir deneme-yanılma sürecidir. Çin mallarını ucuz olduğu gerekçesiyle alacak, kalitesinin genellikle düşük olduğunu görecek ve bir dahaki alımlarında fiyat ve kalite ikilisine daha fazla önem vererek tüketici tercihi yapacaktır. Ama tüketiciye şu anda Çin malı alma, Çin malı tüketme gibi bir ifade kullanırken, ona bir gün sende bu malları satın aldığın için işini kaybedebilirsin öğüdünü de mantıklı bir şekilde vermek gerekiyor.. Amerika’da New York Metrosunda şöyle bir ilan görmüştüm.“Bugün Japon malı araba satın alıyorsan, yarın git işini Tokya’da ara”. İşte Türk Tüketicisine Yerli Malı kullan, Türkiye’de üretilen malı kullan dememizin nedeni bu.
Tabii bu sorunu yalnızca tüketiciye bu tür öğütler vererek aşmak mümkün değil. Bu sorunu yalnızca görmezden gelmek demektir. Çin bu başarıyı nasıl yakalamıştır. Bunu görmek gerekli. Yabancı sermaye yatırımlarının belirli bir süre vergiden muaf tutulması veya elektriğin daha ucuz sanayiye verilmesi gibi önlemler ile, sanayinin kurulacağı arazinin devlet tarafından kiralanması gibi bir çok yeniliğin bizim tarafımızda da verilmesi gerekmektedir. Türkiye şimdi bunun tam tersini yapıyor. Özelleştirmeler ile ülkenin en iyi yatırımları parasının kaynağının ne olduğu bile bilinmeden çok uluslu konsorsiyumlara adeta peşkeş çekiliyor. Türkiye giderek bu alanda bir pazar haline geliyor. Tarımdan destek çekildiği için Türkiye artık kendi üretebileceği bir çok tarımsal ürünü dışarıdan para vererek satın almak durumunda. Elmayı, armudu, buğdayı, tütünü dışarıya para ödeyerek satın alacağımızı çok değil 1970’lerde bize söyleselerdi inanır mıydık?
Bunu işte küreselleşme budur diyerek bize hatırlatanlar, küreselleşmeciliği savunanlara verilecek en iyi cevap ise şudur. Bu sistemin savuculuğunu yapanlar yani küresel serbest piyasa ekonomisi savunucuları kendi işlerine gelmediğinde bunu ne yazık ki uygulamıyorlar. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, kendi ülke sanayisini korumak, kendi çalışanını korumak için tedbirler alıyor. Kendi otomotiv sektörünü koruyucu tedbirler alıyor, kendi bilgi işlem yazılım elemanlarını korumak için “önce Amerikalı istihdamı”şeklinde politikalar üretiyor.
Çin mallarından veya yakın bir gelecekte Çin gibi bir çok ülkeden gelecek ucuz ürünlerin Türkiye’yi istila etmesini önlemek de yetmiyor. Türkiye’nin dış alım kalemleri içinde en fazla yer tutanlardan bir grupta yabancı otomobil ve lüks tüketim mallarıdır. Her iki mal grubunun da Türkiye’ye girişini önleyici tedbirleri almak hükümetin görevi olmalıdır. Tabii bu konuda da hükümetlere destek vermek, başta işçi sendikaları, memur sendikaları, sanayi ve ticaret odaları ile sivil toplum örgütlerinin görevidir. Ama hükümetler bu konuda altına imza attıkları uluslar arası ticari anlaşmalar nedeni ile elleri kolları bağlı durumda olduklarında da sanayicisi, tüccarı, işçisi, memuru, tüketicisi bu tedbirleri bir şekilde ortaklaşa alarak kendi öz sanayilerini korumak zorundadırlar.
Çin malları bir dönemdir. Belki geçer ama geçene kadar da bir çok sektörü etkiler. Türkiye’nin bundan bir ders alması gerektiğine inanıyorum. Çin dünyada IMF politikaları dinlemeyerek gelişmeyi başarmış bir ülkedir. İki büyük küresel krizi başarı ile atlatmış, istihdam yaratan uluslar arası yabancı sermayeyi ülkesine davet ederek ihracat imkanlarını zorlamıştır.
Türkiye’de mevcut hükümete yöneltilen en büyük eleştirilerden biriside işsizliğin halen artmakta olduğudur. İşsizliği ortadan kaldırmak veya artmasını engellemek için Çin malları konusunda yasal tedbirlerin yanı sıra, yerli sanayiciye daha fazla imkan tanımak, yabancı yatırımları ülkeye çekebilmek için ise daha etkili politikalar geliştirmek zorundayız. Yoksa şu anda tüketiciye dönüp Çin malı satın almayın demek yeterli gelmeyecektir. Çin malları konusunda tedbir isteyenlere de şunu sormak lazım. Herkes kendi içinde bir hesaplaşmayı yapmak zorunda. Bir milyona Çin malı satanlar bunu da Ticaret Odalarına kayıtlı bir ithalatçıdan alıyorlar. Şimdi tüketiciye dönüp de Çin malı satın almayın demek ne derecede geçerli. Zaten o tür mağazalarda da tamamı mallar Çin malı değil. Benim gördüğüm kadarı ile yüzde yetmişi Türkiye’de yapılan mallar.Kalitelerinden feda edilmiş basit markalar ama bir çoğu da Türk malı.
Ama bunların dışında gerçekten de ülkeye giren mal 7 milyar dolara ulaştı ise bunun tedbirini baştan almak lazım. Saraciye, oyuncak, gözlük, ev aletleri, elektronik gibi bir çok eşya da yerli sanayi etkileniyor. Devlet hacı adaylarına dağıttığı çantayı iki üç yıldır Çin’den satın alıyorsa devletin de kendisini sorgulaması lazım.
Şu anda kaçak girişler engellenmiş durumda. Ama ucuz mal bir şekilde yine yolunu bulup giriyorsa bu deliklerin de kapanması lazım. Ama en önemlisi sanayicinin elektriğini vergisini ucuzlatarak daha fazla ucuz üretime yönelmesini sağlayacak tedbirlerin bir an önce alınması gerektiğine inanıyorum.
Sn Vargı, bu soruya bağlantılı olarak Yerli malı kullanımı veya Türkiye’de üretilen mal gibi kavram var. Önce bu kavramları da açarak yerli malı kullanımı konusunda geçen ay gazetelerde yayınlanan araştırmanızdan da söz eder misiniz?
Türkiye’de bugün bir çok yabancı yatırım var. Bunlar yerli ortaklarla genellikle kendi markalarını üretiyorlar. Bu işletmeler Türkiye’de bizim işçimizi, mühendisimizi, teknisyenimizi istihdam ediyorlar. Bizim hammaddemizi kullanıyorlar, ülkemize vergi ödüyorlar ve ülke ekonomisine büyük katkıları oluyor. İşte yalnızca yerli malı demeyip kavramın kapsamını bu şekilde genişletmek gerekiyor. Türkiye’de üretilen mal denildiğinde yerli ve yabancı tüm yatırımcıların bizim ülkemizde ürettiği mallar anlaşılmalıdır. Ancak burada tabii önemli bir istisna var.. O da bizim ülkemizin hammaddelerinin de kullanılması konusudur. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, yabancı tütünü alıp burada işleyen, benim ülkemde tütüncülüğü yok eden, yabancı sigara firmalarının burada bu kapsamda değerlendirilmesi yanlıştır. Bunun yanlış olduğunu söylemem de bazı kesimler tarafından maksatlı olarak yorumlanabilir. Ama ülke ekonomisine katkısından çok daha fazla tütüncülüğe, tarıma, sağlığa zarar veren ve elde ettiği parayı tamamen dışarı aktaran bir başka yatırım daha yapmayan firmaları biz ve tüketici dernekleri bu kapsamda değerlendirmiyoruz.
Ülkemizde yabancı mal ve marka kullanımı ne yazık ki psiko-sosyal etmenlere dayanmaktadır. 1980 sonrası görülen Türk tüketiminde yaygınlaştırılan yabancı mal hayranlığı ne yazık ki bugün günümüzde de az da olsa sürmektedir. Toplumda kullandığı mal ve markalar ile sosyal statüsünü yükselteceğine inanan bir lüks tüketim düşkünü bir kitle yaratılmıştır. Bu kitle eğlence biçimleri, yaşantıları, televizyonlardaki bazı magazin programları ile topluma yansıtıldığında kültürel ve ahlaki bir yozlaşmaya ve tüketim bunalımına da yol açmaktadır.
Türkiye’de Üretilen Malın kullanılması istihdama olan olumlu katkısı nedeniyle tüm toplumu yakından ilgilendiren bir konudur.  Ayrıca yerli sanayinin gelişerek başka yatırımlara yönelmeleri ülke ekonomisine kazandıracaktır. Yabancı mal ithal edilirken vergi yükü ağır bile olsa, bunun istihdama ve ülke üretimine katkısı yoktur. Öncelikli tercihimiz Türkiye’de üretilen malın kullanılmasıdır. Bunu yaygınlaştırmak için elimizden geleni yapıyoruz.
Biz geçen ay sizin de belirttiğiniz gibi Türk-İş’in yurt sathına yayılmış 9 bölgesinden 500 tüketici ailesi ile, Türkiye’de üretilen malın kullanımı konusunda bir anket çalışması yaptık. Bu ankette ayrıca kendi Tüketimden Gelen Gücümüzü örgütlemek ve yaygınlaştırmak için de sorular vardı. Sonuçlar olağanüstü bir şekilde ümit verici gözüktü. Sonuçları alt başlıklar halinde şöyle vermek mümkün. Bu araştırma dergimizin diğer sayfalarda yer aldığı için kısaca başlıklar halinde bahsetmemiz daha uygun olacaktır.
Tüketicilerin yüzde 91’i bir ürün satın alırken “Türkiye’de Üretilen Malı” tercih ediyor.  Aynı fiyat ve kalitede olan bir yerli ve bir yabancı ürünü satın almada, tüketicilerin yüzde 88.2’si tercihlerini yerli marka üründen yana kullanıyor.Tüketicilerin yüzde 81.8’i ülkemizdeki yerli malı ve Türkiye’de Üretilen Malın satın alınması kampanyalarını yetersiz buluyor. Türkiye’de üretilen mallar üzerinde Türk Malı ibaresinin bulunmaması tüketicinin yerli malı satın almasını engellediğini ifade eden tüketicilerin oranı ise yüzde 86.4. Türkiye’de üretilen ürünlerin garantisinin,yetkili tamir servislerinin ve yedek parçalarının daha kolay bulunması tüketicinin tercihini yerli maldan yana kullanmasını sağlıyor. Tüketicilerimiz Türkiye’de de artık çok kaliteli mallar üretildiğinin farkında. Yabancı marka kullanan az sayıda aile, yabancı malların toplumda daha iyi bir imaj verdiğini ifade ediyor.Ailelerin yüzde 93’ü çalışanların üretimden gelen güçleri kadar tüketimden gelen güçlerinin de önemli olduğuna inanıyor. İşçi Tüketici ailelerinin yüzde 94’ü  ürün satın alırken o ürünün üretildiği fabrikada sendikalı ve sigortalı işçilerin çalışmasını önemsediklerini ifade etmişlerdir.
Bizim açımızdan diğer önemli bir konu  kendi işçimizin ürettiği mal ve hizmetlerin yine kendi işçimiz tarafından kullanılmasıdır. Bu bir bakıma kendi tüketimimiz ile kendi iş yerimizi korumak, kendi iş güvencemizi oluşturmakla eş anlamlıdır. Örneğin otomotiv döşemesi için kumaş üreten bir tekstil fabrikasında çalışan işçimiz, otomotiv üretiminde bir daralma olduğu takdirde işsiz kalabilir. İşte kendi tercihlerinde ve yakınlarının tercihlerini de yerli otomobil konusunda oluşturduğu  takdirde kendi işini de işyerini de geliştirmiş olacaktır.
Türk-İş’e bağlı sendikalarımızın örgütlü olduğu işyerlerinde üretilen ürünleri kullanmak sonuçta tüketimimiz ile doğal bir iş güvencesi niteliğindedir. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım.
Marketten alışveriş eden bir işçinin bir kağıt ve karton fabrikasında çalıştığını düşünelim. Bu işçinin marketten kendi ailesinin ihtiyacı için bir bisküvi satın alacağını düşünelim. Bu işçi bisküvi satın alırken sendikaların örgütlü olduğu bir işyerinde üretilen bir bisküviyi satın almayıp, reklamları veya birkaç kuruş ucuz olan fiyatı gibi nedenlerle bir sendikasız işçi çalıştıran başka firmanın ürününü tercih ettiğinde başta sendikasızlaştırma politikalarına destek verdiğini düşünmek mümkündür. Bizim örgütlü olduğumuz bisküvi fabrikasının satışlarındaki düşme, o fabrikanın krize girmesi veya kapanması sonuçta sırası ile daha az karton ve kağıt ambalaj satın almasına neden olacaktır. Karton ve kağıt ambalaj satın alınması böylece birkaç kez düştüğünde karton ve ambalaj üreten fabrikanın da işçi çıkarması mümkündür. Belki de sendikasız işçi çalıştıran bisküviyi satın alan işçimiz bisküviyi satın aldıktan birkaç ay sonra işsiz kalabilecektir. İşte tüketimden gelen gücümüzün örgütlenmesi amacıyla sendikalı işçiler tarafından üretilen ürünlerin sürekli olarak sendikalar arası bir dayanışma ile sendikalarımızın dergilerinde yer alması gerekmektedir. Türk Metal Sendikasına üye  fren balatası üreten bir işçimiz, gıda maddesi satın alırken Tekgıda-İş Sendikasına  bağlı bir işçinin üretimini satın almaya ikna edilmelidir. Keza bunun terside düşünebilir. Gıda işçisi fren balatası satın alacağı zaman bu ürünün Türk Metal işçisi tarafından üretildiğini bilmek zorunadır. Ama ne yazık ki içtiğimiz sigara konusunda bile bu konuya bütün yayınlara rağmen dikkat etmiyoruz. Bu açıdan başta TÜRK-İş ve daha sonra diğer işçi sendikaları konfederasyonları ile memur sendikaları konfederasyonları ve sivil toplum örgütleri ile tüketici dernekleri ile bunun bir örgütlülük politikası olduğunun bilinci ile hareket etmek gerektiğine inanıyorum.
Bu en basit hizmet sunumunda bile geçerlidir. Hizmeti sunan firmanın sendikalı işçimi, taşeron mu, kaçak işçimi çalıştırdığını araştırmak zorundadır.
Sayın Vargı, ulaşım sektöründe hizmet sektöründe örgütlü sendikalarımız da var. Bu konuda işçi-tüketici tercihini nasıl yapacak.
Tüketim malı satın aldığımız kadar da hizmet satın alıyoruz. Hangimiz hangi cep telefonu hattı satın aldığımızda orda hangi sendika var diye sorguluyoruz. Yada Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçerken bir anda özel motorlara atlayıp karşıya  geçmek yerine aynı fiyata kendi işçimizin çalıştığı vapurları kullanıyoruz. Ankara-İstanbul arası trenle beş saate düşürülürdü. Tren yerine, sendikasız işçi çalıştıran otobüs firmalarını tercih ediyoruz. Bunun nedenlerinin sorgulanması gerekmiyor mu. Ama bu konuda bu işyerlerinde örgütlü sendikalarında, kendi işletmelerine teklif götürmesi gerekiyor. Cep telefonu hat hizmeti sağlayan firmalar öğretmenlere, memurlara özel indirimler sağlamaya başladılar. Bazı bankalar taraftar kartı, polis kartı, kamu çalışanı kredi kartı uygulaması başlatarak bazı gruplara indirim yapıyorlar. İşte hizmet sunan bu tür işletmelerde öğretmene, memura, işçiye, tren bileti satın alırken, vapur bileti satın alırken, toplu ulaşım bileti satarken fazla değil yüzde beş bir indirim sağlayarak yeniden hizmet satın alan insanın kendi işletmesini kullanmasını teşvik etmek zorundadırlar. Tüketici o takdirde aynı hizmeti sunan iki işletme arasında yalnızca sendikalı işçi çalıştırdığı için değil de, belirli bir ekonomik menfaat sağladığı için de hizmet sunumunda satın alma tercihini yaparken kendi ekonomisini de düşünmek zorunda kalacaktır.
Sayın Vargı, Türk-İş dergisinin geçen sayısında SA-8000 Standardı ile ilgili bir yazı vardı. Sosyal Sorumluluk Standardı emeğe saygılı üretim yapan firmaların tüketiciler tarafından bilinmesini ve tercih edilmesini sağlayacak. Bu standardın yaygınlaşması konusunda neler yapılmalıdır.
Almanya’da halı satan bir tüketici, bu halının üretiminde çocuk işçi emeğinin sömürülmediğini, spor ayakkabı alan bir tüketici bir uzak doğulu işçinin kölelik düzeni ile çalıştırılıp çalıştırılmadığından emin olmak istiyor. Hindistan’da köylerde halı dokuma yaşı beşe kadar düştüğü için küçük çocuklar uyuyabilmek için halı ipini kestikleri bıçakla ellerini kesiyorlar. İşverenleri de kan halıya bulaşmasın diye onlara izin veriyor. Bir çok ülkede günde 14 saat çalışma koşulları var. İşte SA-8000 standardı bu ve bunun gibi üretim koşullarını engelleyecek niteliktedir.. SA – 8000 Standardı, çocuk işçilik, cebri çalıştırma, işyerinde sağlık ve güvenlik, örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı, her türlü ayrımcılığın olmadığı işyeri, ve disiplin uygulamalarında ceza ruhsal ve fiziksel olmadığı işyerlerine verilen ve bizim için çok önemli olan bir standarttır. Sendikalaşmaya imkan tanımayan, sendikalaştıkları için işçileri işten atan, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği tedbirleri almayan işletmelerin bu standardı alması mümkün olmayacağı gibi tüketici de alış veriş tercihini bu yönde kullanacaktır. Bu toplumsal mutabakat standardının uygulanması ile kaçak işçi çalıştıran işletmelerin iş gücü maliyetleri ile sendikalı işçi çalıştıran belli olacaktır. Özellikle sendikalı işçiler, örgütlü memurlar, emekliler gibi tüketici grupları göz önünde bulundurulduğunda bu standardı taşıyan ürünlerin satın alınması kolaylaşacaktır. Sonuçta kazanan yine Türkiye ekonomisi olacaktır. Bunun gerçekleştirilmesi için başta TOBB, TİSK gibi kuruluşlara işçi sendikaları konfederasyonlarına ve tüketici örgütleri ile sivil toplum örgütlerine büyük görev düşmektedir.

Sayın Vargı, siz geçen ay içinde Avrupa Birliği Tarım Komisyonunun davetlisi olarak Bulgaristan’a gittiniz. Orada durum nasıldı..
Birliğin geliştirdiği Ortak Tarım Politikası gerçekten üzerinde iyi düşünülmesi gereken bir alan. Örneğin Polonya’da ülke nüfusunun yüzde beşi çiftçi iken, bunlara tarımsal destekleme primi adı altında bir ödeme yapmak ve ürün desenini değiştirme kararı Polonya’yı kara kara düşündürüyor. Türkiye’de ise nüfusun yüzde 40 veya 45’i çiftçi iken bunu nasıl kabul edeceksiniz.
Avrupa Birliği konusunda benim söylemek istediğim katılmak ve katılmamak tartışmaları bir yana, fiyat ve gelir arasındaki araştırmalarım oldu. Sebze meyve pazarına girdiğimizde fiyatlar beni şok etti. Bu şoku yaşamamın nedeni ise elde edilen ortalama gelirin fiyatlara yetişememesi olarak algılanabilir. Bundan bir yıl önce Selanik pazarında, bir demet maydanoz 1 Euro idi. Yani bir milyon altı yüz bin lira civarında.. İki yüz kilometre doğuda Türk toprağında bu fiyata dokuz on demet maydanoz alınabilir. Keza içinde bir tane tam bütün bir fındık olmayan hepsi kırık yarım fındıkların kilosu 8-9 euro idi.. Malatya’da artık pakete girmeyecek atılacak kadar küçük olan kayısılar ise yine 9-10 euro idi.. Halde  Edirne’li Türkçe bilen bir vatandaşımız ise bizim yağsız tuzsuz peynirimizi göstererek Türk peyniri diyor ama fiyatı onunda 4-5 euro, kaliteli peynir ise 13-14 Euro’ya kadar çıkıyor. Ama gelir o kadar artmadığı için sol görüşlü televizyonlar pazara giden emeklinin tane ile satın aldığı sebze ve meyveyi konu ederek yaşam maliyetinin yüksekliği hakkında yayın yapıyorlar. Avrupa Birliği konusunda benim kişisel gözlemlerim, Türkiye’nin ülkemizin aslıda halen bir cennet olduğu ve bunun bizim tarafımızdan kıymetinin bilinmediği konusunda. Tabii bu benim bir tüketici gözlemcisi olarak tercihim. Balkan ülkelerindeki insanlar bizden çok daha yoksul ama onların yeni üç aday ülke statüsünde olan Bulgaristan ve Romanya’dan söz edilirken Türkiye’den fazla söz edilmemesini de maksatlı buluyorum. Selanik pazarında da Sofya pazarında da Türkiye’den götürülen tekstil ürünlerini, temizlik malzemelerini görünce ve satıcı bunların kaliteli olduğunu bizim Türk olduğumuzu bilmeden söylediğinde insan gurur duyuyor.. Sofya’nın ve Avrupa’nın bir çok merkezinde Sarar gibi Mavi Jeans gibi Türk ürünlerini Türkçe adlar altında görmek gerçekten gurur veriyor. Ancak halen İngiltere’de orta tabaka Türkiye’de üretilen Beko ürünü satın alırken biz hala Japon televizyonu peşinde koşuyorsak bunun bir sorgulanması lazım. Türkiye gerçekten büyük ülke, bize bir balkanlardan veya bir Ortadoğu ülkesinden bakıldığında orada insanlarla konuştuğunuzda onların Türkiye ile ilgili görüşlerini aldığınızda Türkiye’nin ne denli güçlü bir ülke olduğu anlaşılıyor. Hele tarımsal açıdan daha fakir ülkelere gidildiğinde ülkemizin bir cennet olduğu anlaşılıyor. Gönül arzu ederdi ki, her vatandaşımızı oraya götürüp, bunları gösterelim ve ülkemizin gerçekten cennet olduğunu anlasınlar..
Sayın Vargı, oradaki tekstil ürünlerinin de büyük bir bölümü Türkiye’de üretilen mallar olmasına rağmen yabancı adlar taşıyan ürünler değil mi..
Tabii öyle.. Gerçekten çok komik bir durum. Türkiye’de dikildiğini yüzde yüz bildiğim gömlekler orada İtalyan malı olarak karşıma üç dört misli fazla fiyata çıkıyor. Aynı gömlek diyorum, çünkü aynı kumaşı, aynı modeli ben Türkiye’den almıştım. Şimdi bu tekstil kotası meselesi. İtalyanca bile olmayan ama İtalyan imajı veren markalar var.  Mardini diye gömlek var. İtalyanca’da bunun karşılığı yok. Türk Malı üreticimiz Mardin’li olduğu için böyle bir marka uydurmuş. Rizelli var, Rize’li oda.. Türkiye’de yapılıyor, dikiliyor, İtalya’da satılıyor. Kravatlar, kotlar, çorap, elbise hepsi öyle..Şimdi gidip bunları İtalyan malı olarak oradan üç misli fiyat ödeyip alıp gelenlere gülmemek elde mi. Ama bu bizim tüketicinin de yabancı mal ve marka hayranlığı nedeni ile de gerçekleşen traji-komik bir durum. Karataş diye palto ürettiğinizde kimse satın almıyor ama “blackstone” dediğinizde aynı pardesü kapış kapış gidiyorsa bu işte tüketici  bilinçsizliğinin ve mal marka hayranlığının bir göstergesi.. Türkiye bu yüzden kendi markalarını üretmek yerine, taklit ürünlere yöneliyor. Örneğin kaliteli olduğu bilinen yabancı markalı gömleklerin hemen aynısı Ege’de kurulan pazarlarda 20 milyona satılıyor. Ambalajı markası bile aynı, gömlekte kaliteli.. İnsan bu gömleklerin aynı fabrikada aynı firma için dikildiğini ama bunların hatalı olduğu için kaldığını düşünüyor, ama paket açıldığında hata olmadığı görülüyor. Pekiyi neden aynı gömlek taklit marka yerine kendi markamızla yapılmaz onu bilemiyoruz.
Sayın Vargı, siz yıllardır gıda katkı maddeleri, tarım ilaçları, hormonlar üzerinde çalışmalar yaptınız. Şu anda Türkiye’de gıda, sebze meyve tüketimi gerçekten güvenli hale geldi mi.
Eğer bir ciddi fabrikanın ürettiği gıda ürününü satın alıyorsanız mesele yok. Ama açıkta satılan, üreticisi, son kullanma tarihi belli olmayan bir ürünü satın alıyorsanız ciddi tehlike var. Gıda katkı maddeleri açısından hem tüketici hem de üretici artık bilinçli. Toplumda giderek artan alerjik rahatsızlıkları kavak polenlerine bağlamanın da bir yararı yok. Kışın yediğimiz gıdada kullanılan boyalar, gıda koruyucu maddelerinin limitleri konusunda tüketici artık bilinçlendi ve ciddi üreticilerde buna dikkat ediyor. Sebze ve meyvelerde ise tarım ilacı kullanımı ne yazık ki hükümet açıklamalarının tersine giderek artıyor. Gümrük kapılarından dönen ve aşırı tarım zehri kullanılan ürünlerin iç pazara verildiği dedikoduları hep tarımsal seminerlerle fısıltı haline konuşuluyor. Hormonlar konusunda da belirgin bir değişme yok. Yine aşırı kullanım söz konusu. Ama Türkiye’yi ilgilendiren tek gerçek bunlar değil. Bir de genetik yapısı ile oynanmış gıdalar var ki insan sağlığı açısından tam bir kanser saatli bombası olduğuna inanıyorum. Avrupa Birliği tarım politikaları açısından da genetik gıdalar bir sorun ve bunun tüketiciye ürün ambalajı üzerinde açıklanmasını planlıyorlar. Bizde ise bu gizleniyor. Meşrubatlarda limitleri artan mısır glikozunun elde edildiği mısırın genetik mısır olduğu iddia ediliyor. Bu limitlerin arttırılması konusunda Bush-Başbakan görüşmesinin gündem maddesi olabilmesi de konunun önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Yabancı bir yatırımcı olan tarımsal firmanın bu derecede etkili olması, gıda da kullanılan katkı maddelerinin bile Amerika – Türkiye üst düzey görüşmelerinde ele alınması kimin mısırı’nı niye tüketiyoruz sorusunu gündeme getiriyor.
Bana göre işin en acı yanı. Bize tarım ilacı, hormon, genetik tohum satan firmalar ile kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi ilaçlarını satan firmaların aynı firmalar veya aynı şirketlerin içinde yer alan firmalar olması…Tüketicinin satın alma tercihlerinde domates bile satın alırken bunu sorgulaması gerekiyor. Bunu sorgulamak içinde bilinçli tüketici ve örgütlü tüketici olması gerektiğine inanarak tüketici derneklerine üye olması gerekiyor..