13 Ağustos 2012 Pazartesi

Yol Yolcuyu Çağırır – Rodos

Sufiliği bildiysen eğer yolun yolcuyu çağırdığını da bilirsin. Yalnızca iç yolculuklar yetmez dünyanı anlamaya. İç yolculuklar beraberinde zorunlu olarak bir dış yolculuğu da gerektirir. Bir gezginden farkın dış yolculuğun aslında iç yolculuğun için gerektiğini anlamanla başlar.

“Aman çok güzel mutlaka görmelisin” diyenlere kandım. Sıcak yaz günlerinden birinde Rodos’a düştü yolum.

Rodos’a giderken hemen herkesin yaşadığı gördüğü şeyleri görebileceğimi biliyordum. Yola çıkmadan önce herkes bir şeyler önerdi.

Ağabeyim, “ İyannis’e git, selamımızı söyle, yemeğini yersin “ dedi. Arkadaşlarım, “ Büyük Üstadlar Sarayını mutlaka gör, Şövalyeler sokağında dolaş “ dediler.

Sıcak bir yaz günü indim Rodos’a. Büyük Üstadlar sarayı denilen yer yoksulluk ve bağlılık yemini etmiş, şehri savunmakla görevli,  , Rodos şövalyelerinin yaşadığı yerler. Şövalyeler sokağı ise Alman, İngiliz, İtalyan şövalyelerin kaldığı taş hanlardan oluşuyor. Bir çoğunun yüzünde şövalye amblemleri var. Büyük üstadın görevi ise aslında şövalyeleri organize etmek. Büyük üstadlardan geriye kalan bir söz, bir keramet, adamların “büyük” olduğunu gösteren hiçbir şey kalmamış, taş duvarların arasında. Belki biraz taşları yontarken araya kattıkları sevgi harcı, belki şövalye olup fakir halka yardım etmekti işleri. Ama bütün felsefe inatla saldıran Osmanlı askerlerini geriye püskürtmek olarak görülünce, ortada bir organizatörün büyüklüğünden başka bir şey kalmıyor. Herkesin hayran olduğu da bu sanırım.

İşin garip tarafı herkesin hayran olduğuna ben bakıp geçtim.  Sıcak bir yandan kızan kale taşları bir yandan kendimi, cami avlularının serinliğine bırakıp, yüzümü yıkama isteği geçti. Ancak, camilerin hepsi ne hikmetse tamire alındığı için onu da yapamadım.

Çarşıya doğru inerken, bizim eski Vezirköprü kahvelerine benzeyen bir kahve. Girdim içeriye, söyledik kahveyi. “Turkish coffee, medium sugar please..”

Yaşlı kahveci bağırdı. “ Buralarda bir tek Türkler, Türk kahvesi derler. Gerisi greek coffe der. Türkçe konuş, Türk kahvesi burası, camı kırdılar yine, çekemiyorlar bizi” diyordu.“Bu yıl üçüncü oldu, polis çağırdım birkaç saat önce hala gelmedi.” Bazı Rodos’lu gençler, kahvenin eski camlarını kırmışlardı. Ona sinirlenip bağırıyordu.







Oturdum küçük bir domino masasına. Kahve sanki sihirli bir mekandı.  Duvarlarında eski radyolar, eski abajurlar ile tarihi bir sıcaklığa, insanı sarıp sarmalayan bir samimiyeti vardı. Duvarlara baktım. “ Beybaba Mevlevilik kimden geliyor “ diye sordum. “Babamdan, dedemden” deyiverdi. Mevlana’nın, Konya’nın, Semazenlerin tabaklarından ve fotoğraflarından başka, çerçevelenip asılmış Mevlana sözleri, anlayabilene birçok sırlar veriyordu.

Mevlana’nın öğütlerinden biri belki de benim içindi. “Neyi arıyorsan o sun” diyordu. İç yolculuğunda aradığımı bulsam yollarda işim neydi. Belki de yolculuktu kaderimiz.  Kahvecinin camını kıranlar için ise, “zulümle kuyu kazan, sen kendin için tuzak hazırlıyorsun” diyordu.

Şövalyeler, büyük üstadlar yavaş yavaş silinip gittiler. Adada unutulmaya yüz tutmuş bir Türk kahvesinin duvarında bizim “Büyük Üstad” bir kez  daha belirivermişti. Bir ay önce Balkanlar’da Priştine’de gördüğüm Halveti tekkesinin girişinde bizi karşılayan Hazreti Pir, bu kez Rodos’ta karşımıza çıkmıştı. Siniri geçmeye başlayan kahveciye, “burada Mevlevihane var mıydı” dedim. “Dedem Hamza paşa camiinin Mevlevihane olduğunu ama sonradan kapandığını söylerdi” diye yanıtladı. Hamza paşa camiinin ibadete açık olduğunu ama Mevlevilikten pek bir şey kalmadığını da ekledi.


O eski yediyüz yıllık Türk kahvesi.  Hayattan önce yaşadığımız o muazzam sessiz belirsizlikle, ölümden sonraki o büyük sessizlik arasındaki bir köprü gibiydi. İnsan bu hayatın göz açıp kapayıncaya kadar yaşandığını anlıyordu. Babasının getirdiği Mevlana tabakları, dedesinin kahvenin duvarına astığı lambalar, izleyeni bir anda yüz yıl geriye götürüveriyordu. Kahvenin giriş kapısının önündeki mermer eşiğin ortası yüzyılların yorgunluğunu gösterircesine çukurlaşmıştı. Kırılan mavi ve kırmızı camların bile yetmiş yıldan eski olduğunu söylüyordu kahveci.


Bu dünya bir pencereydi. Bu dünya bir yolculuktu. Bu dünya bu kahve gibi bir köprüydü. Köprü üzerine ev yapabilir miydi insan. Köprüye yerleşebilir miydi?.  Sonsuza kadar kahvede, kahveci ile sohbet edebilir miydiniz?.

Kahveci ile helalleşip yola çıktım. Asıl olan menzile varmak değil yolda olmaktı. Bizim “büyük üstadımız” yolda neyi aradıysak, onu bir kahvehane duvarında bize buldurmuştu.

Bir daha yol, yolcuyu çağırana dek aşk olsun..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder