“Aman çok güzel mutlaka görmelisin” diyenlere kandım. Sıcak yaz günlerinden birinde Rodos’a düştü yolum.
Rodos’a
giderken hemen herkesin yaşadığı gördüğü şeyleri görebileceğimi biliyordum. Yola
çıkmadan önce herkes bir şeyler önerdi.
Ağabeyim, “
İyannis’e git, selamımızı söyle, yemeğini yersin “ dedi. Arkadaşlarım, “ Büyük
Üstadlar Sarayını mutlaka gör, Şövalyeler sokağında dolaş “ dediler.
Sıcak bir
yaz günü indim Rodos’a. Büyük Üstadlar sarayı denilen yer yoksulluk ve bağlılık
yemini etmiş, şehri savunmakla görevli,
, Rodos şövalyelerinin yaşadığı yerler. Şövalyeler sokağı ise Alman,
İngiliz, İtalyan şövalyelerin kaldığı taş hanlardan oluşuyor. Bir çoğunun
yüzünde şövalye amblemleri var. Büyük üstadın görevi ise aslında şövalyeleri
organize etmek. Büyük üstadlardan geriye kalan bir söz, bir keramet, adamların “büyük”
olduğunu gösteren hiçbir şey kalmamış, taş duvarların arasında. Belki biraz taşları
yontarken araya kattıkları sevgi harcı, belki şövalye olup fakir halka yardım
etmekti işleri. Ama bütün felsefe inatla saldıran Osmanlı askerlerini geriye
püskürtmek olarak görülünce, ortada bir organizatörün büyüklüğünden başka bir
şey kalmıyor. Herkesin hayran olduğu da bu sanırım.
İşin garip
tarafı herkesin hayran olduğuna ben bakıp geçtim. Sıcak bir yandan kızan kale taşları bir yandan
kendimi, cami avlularının serinliğine bırakıp, yüzümü yıkama isteği geçti.
Ancak, camilerin hepsi ne hikmetse tamire alındığı için onu da yapamadım.
Çarşıya
doğru inerken, bizim eski Vezirköprü kahvelerine benzeyen bir kahve. Girdim içeriye,
söyledik kahveyi. “Turkish coffee, medium sugar please..”
Yaşlı kahveci bağırdı. “ Buralarda bir tek Türkler, Türk kahvesi derler. Gerisi greek coffe der. Türkçe konuş, Türk kahvesi burası, camı kırdılar yine, çekemiyorlar bizi” diyordu.“Bu yıl üçüncü oldu, polis çağırdım birkaç saat önce hala gelmedi.” Bazı Rodos’lu gençler, kahvenin eski camlarını kırmışlardı. Ona sinirlenip bağırıyordu.
Oturdum küçük bir domino masasına. Kahve sanki sihirli bir mekandı. Duvarlarında eski radyolar, eski abajurlar ile tarihi bir sıcaklığa, insanı sarıp sarmalayan bir samimiyeti vardı. Duvarlara baktım. “ Beybaba Mevlevilik kimden geliyor “ diye sordum. “Babamdan, dedemden” deyiverdi. Mevlana’nın, Konya’nın, Semazenlerin tabaklarından ve fotoğraflarından başka, çerçevelenip asılmış Mevlana sözleri, anlayabilene birçok sırlar veriyordu.
Mevlana’nın öğütlerinden biri belki de benim içindi. “Neyi arıyorsan o sun” diyordu. İç yolculuğunda aradığımı bulsam yollarda işim neydi. Belki de yolculuktu kaderimiz. Kahvecinin camını kıranlar için ise, “zulümle kuyu kazan, sen kendin için tuzak hazırlıyorsun” diyordu.
Şövalyeler, büyük üstadlar yavaş yavaş silinip gittiler. Adada unutulmaya yüz tutmuş bir Türk kahvesinin duvarında bizim “Büyük Üstad” bir kez daha belirivermişti. Bir ay önce Balkanlar’da Priştine’de gördüğüm Halveti tekkesinin girişinde bizi karşılayan Hazreti Pir, bu kez Rodos’ta karşımıza çıkmıştı. Siniri geçmeye başlayan kahveciye, “burada Mevlevihane var mıydı” dedim. “Dedem Hamza paşa camiinin Mevlevihane olduğunu ama sonradan kapandığını söylerdi” diye yanıtladı. Hamza paşa camiinin ibadete açık olduğunu ama Mevlevilikten pek bir şey kalmadığını da ekledi.
O eski yediyüz
yıllık Türk kahvesi. Hayattan önce
yaşadığımız o muazzam sessiz belirsizlikle, ölümden sonraki o büyük sessizlik
arasındaki bir köprü gibiydi. İnsan bu hayatın göz açıp kapayıncaya kadar
yaşandığını anlıyordu. Babasının getirdiği Mevlana tabakları, dedesinin
kahvenin duvarına astığı lambalar, izleyeni bir anda yüz yıl geriye
götürüveriyordu. Kahvenin giriş kapısının önündeki mermer eşiğin ortası
yüzyılların yorgunluğunu gösterircesine çukurlaşmıştı. Kırılan mavi ve kırmızı
camların bile yetmiş yıldan eski olduğunu söylüyordu kahveci.
Bu dünya
bir pencereydi. Bu dünya bir yolculuktu. Bu dünya bu kahve gibi bir köprüydü.
Köprü üzerine ev yapabilir miydi insan. Köprüye yerleşebilir miydi?. Sonsuza kadar kahvede, kahveci ile sohbet
edebilir miydiniz?.
Kahveci ile
helalleşip yola çıktım. Asıl olan menzile varmak değil yolda olmaktı. Bizim “büyük
üstadımız” yolda neyi aradıysak, onu bir kahvehane duvarında bize buldurmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder